TÜRK
MUSIKİSİNİN YASAKLANMASI ATATÜRK, Sarayburnu'nda
dinlediği kötü bir musıki ekibinin etkisiyle söylediği: "Bu musıki bizim
heyecanımızı ifade etmekten uzaktır." Sözü, yanlış anlaşılarak, Türk musıkisi
radyolardan kaldırılmıştır.
Bu konuda sayın
Vasfi Rıza Zobu şunları anlatmıştır:
"Asırlardan
beri, nesilden nesile gelip, İstanbul'da en üstün şeklini alan Türk musıkisini
kökünden inkâr yarışına gidilmiş, bu gürültünün patladığı gündenberi ATATÜRK,
sofralarından Türk musıkisi kaldırılmıştı. Ne kendi söylüyor, ne de başkasına
okuması için teklifte bulunuyordu. Aradan ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum,
bir gün zamanın İstanbul valisi Muhittin Üstündağ'dan bir haber geldi: "Bu
akşamki trenle Ankara'ya hareket etsin, köşkden çağrılıyor, diye. Ertesi sabah
Ankara'da idim. İndiğim otelden geldiğimi köşke bildirdim. Akşama doğruydu,
bir delikanlı otele gelip: "Buyurun sizi çiftlik köşküne götürmek için
emir aldım" dedi.
Köşke geldiğimiz
zaman, kendilerini (ATATÜRK'ü) ayakta, etrafında devlet erkânında bazıları ve
birkaç generalle ehemmiyetli bir bahis üzerinde konuşur buldum. Elini öpüp:
(sefa geldin) iltifatlarını aldım.
Akşam oldu, yemek
zamanı geldi. Sofra başında saatler bir hayli ilerliyordu. Kendileri hiç neşeli
görünmüyordu. Ekseriye bu sofrada bulunmamız, rahmetli Hâzım ile olurdu. O olsa
da, olmasa da ATATÜRK ikimizle de şakalaşmayı severdi. Fakat bu gece böyle bir
şey yapmaya hiç niyetli görünmüyordu.
Gece yarısını bir
hayli geçtik. Beklenmedik bir anda, onun sesinden ismimi işitdim, toparlandım
"Buyurun efendim", dedim.
- Hatırlarsanız,
bir piyesin başlangıcında, daha perde açılmadan, bir şarkı söylerdiniz, neydi
o piyesin adı?
- Hatırladım efendim,
Molyer'den küçük Kemal'in adapte ettiği Mürâi komedisi.
- Güzel bir eserdi
o.
- Evet efendim,
muvaffak bir adaptasyondu.
- Hayır piyes için
söylemiyorum. Vâka o da güzeldi ama, ben o bestenin güzelliğini söylemek istiyorum.
Ne yalan söyleyeyim,
ürktüm. İlk defa bir suale cevap vermekte mütereddit kaldım. Türk musıkisinin
aleyhinde olmasıyla zihnim o kadar dolmuştu ki, güzelliğini tasdik ederek:
"Evet"
desem, ya ağzımı arıyorsa? Hayır desem, güzelliğini inkâr etsem, o zaman da
dalkavukçu bir yalan olduğunu anlamamasına imkân yok.
- Hatırlayamadınız
mı?
- Hatırladım efendim,
Dellâlzâde İsmail Efendi'nin ısfahan... cümleyi tamamlayamadım.
- Hayır, bestesini
soruyorum, hatırınızda değil mi, okuyamaz mısınız?
- Hatırında, okurum
efendim.
Yalnız bana değil,
şaşkınlık sofrada bulunanların hepsine birden gelmişti. Yaradana sığınıp, yerimde
şöyle bir derlenip toparlandım, olanca aktörlüğümü takınıp, edâsıyla, ahengiyle:
"Aaah o güzel gözlerine hayran olayım" mısrası ile başlayan yörük
semaiyi okumaya koyuldum ve kan-ter içinde bitirdim.
ATATÜRK'te hiçbir
hareket görülmediğinden, herkes sanki suç işlemiş gibi önüne bakıyor, ne diyeceğini
bekliyordu.
Bir müddet sonra:
- Ne yazık ki,
benim sözlerimi yanlış anladılar, şu okunan ne güzel bir eser, ben zevkle dinledim,
sizler de öyle. Ama bir Avrupalıya bu eseri, böyle okuyup da bir zevk vermeğe
imkân var mı? Ben demek istedim ki bizim seve seve dinlediğimiz Türk bestelerini,
onlara da dinletmek çaresi bulunsun, onların tekniği, onların ilmi ile, onların
sazları, onların orkestraları ile, çâresi her ne ise. Biz de Türk musıkisini
milletlerarası bir sanat haline getirelim Türk'ün nağmelerini kaldırıp atalım,
sadece garp milletlerinin hazırdan musıkisini alıp kendimize maledelim, yalnız
onları dinleyelim demedim, yanlış anladılar sözümü, ortalığı öyle bir velveleye
verdiler ki, ben de bir daha lâfını edemez oldum.
Türk musıkinin
yasaklandığı ve radyolardan kaldırıldığı sırada, bir gece, Dolmabahçe Sarayı'nda,
Yunus Nadi bey, ATATÜRK'e ricada bulunur.
- Paşam, alaturka
şarkılardan, Türkülerden bizi mahrum etmesinler, zevkimize, duygularımıza müdâhale
edildiğinden inciniyoruz, demiş.
ATATÜRK, şöyle
cevap vermiştir:
- Ben de hoşlanıyorum,
fakat inkılap yapan bir nesil, mahrumiyet ve fedâkârlıklara katlanmak mecburiyetindedir.
Ancak milli kültürümüze kıymet verilmelidir.
ATATÜRK'ün bu sözü
de, Türk musıkisinin topyekün yasaklanması, radyolardan kaldırılması demek olmadığını
açıkça göstermektedir.
Daha önce de belirttiğim
gibi ATATÜRK batıya yönelik, milli ve ileri bir Türk musıkisi özlemini çekiyordu.
O gece çiftlik köşkünde sayın Vasfi Rıza Zobu'ya okutarak gidermesi bunu açıkça
göstermektedir.
Bir gün şöyle söyler:
- Nedir bu radyonun
hâli? Hep ağlayan, inleyen şarkılar. Kaldırın şunları, bu milletin neşe ve sevinç
hakkıdır.
ATATÜRK bunda,
yerden göğe kadar haklıydı. Sabah sabah bir şarkıda tam onsekiz kere ah ve of
çekilirse, bunu dinleyen kimse, yeni bir güne ve işine taze bir güç ve canlılıkla
gidebilir mi?
Bir akşam da ATATÜRK
cumhurbaşkanlığı saz heyetinden, sevdiği türkülerden "Manastırın ortasında
var bir havuz" türküsünü istiyor.
Çocukluk ve gençlik
arkadaşı Nuri Conker:
- İmam verir talkını,
kendi yutar salkımı. Sen radyodan alaturkayı kaldırdın, kendin de çaldırma bakalım,
diyor.
ATATÜRK'ün verdiği
cevap şudur:
- Şimdi biz burada
rakı içiyoruz diye, devletin her köyde meyhane açması câiz mi? biz fena yetiştirilme
ve ihmaller neticesi buna alışmışız, kendimizi kurtarmayabiliriz, fakat gelecek
nesillere, kendi fena itiyadlarımızı (alışkanlıklarımızı) aşılamaya hakkımız
yok. Nasıl, farzıma hal halk alışmıştır diye esrar tekkeleri açamazsak, devlet
radyolarında da ağlayan inleyen nağmeler yayamayız.