Sakarya İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü

Atatürk'ün Musıkiciliği

ATATÜRK'ÜN MUSIKİCİLİĞİ

Büyük ATA'nın huzurlarında bulunduğum süre zarfında, bir husus daima zihnimi işgal etmiştir.

ATATÜRK musıkiye bu kadar vakıf ve şarkılarımızı pek güzel okuyor, hatta bir çok musıki kaidelerini, pek çok amatör sanatkârlardan daha iyi biliyor, meselâ Rast makamından: (Hâ Rast makamından: (Hâbgâh-ı yâre girdim arz içün ahvâlimi) Uşşak makamından: (Câna râkibi handân edersin), Nihavent makamından: (Dil seni sevmeyeni sevmede lezzet mi olur), Şedereban makamından: (Bâde-i vuslat içilsin kâse-i fağfûrdan), Hicaz makamından: (Pencere açıldı Bilal oğlan) ve diğer sevdiği şarkı ve Türküleri kimsenin yardımına ihtiyaç duymadan pek güzel okur, bu makamlardan sesiyle taksimler yapardı.

Meselâ bir gün taksimi şu şekilde ifâde etmişlerdi: "Taksim, usul kaideleri dışında ve makam kaidelerine riayet edilerek, sanatkârın hissiyatını ifade etmesine denir."

Bu kadar güzel ve veciz bir tarifi, bir çok üstadlardan duymadım. (Bu konuda benim notum: ATATÜRK, üstün zekâsı ve dehâsıyla, hemen her konuda vukufla konuşabilen, özellikle zevk üstünlüğü gösteren o engel tabiatıyla müstesna yaradılışlı bir insandı. Burada (taksim)i tarif edişinde, anlatanın küçük bir yanılgısı olsa gerektir, nitekim kendisiyle de bu konuyu tartıştığımızı hatırlıyorum. (Taksim), usul kaideleri dışında icra edilen bur musıki tarzı olmayıp, kendine mahsus (matla: zemin, meyan, karar) gibi usule ve kaideye bağlı, serbest ölçüler içinde icra edilen bir özel ağızdır. ATATÜRK "usul ve kaide dışında" derken, öyle sanıyorum ki, musıkide başlıca temel unsur olan (ritm-tempo) dışında demek istemiş olacaktır. Nitekim, daha önce de naklettiğim gibi, huzurlarında çaldığım bir uzunhava dolayısıyla, bana gazelle uzunhava arasındaki farkı sormuşlar, verdiğim cevabı tasvip buyurmuşlardır.)

"Bir gün ATATÜRK'ün eline eski bir güfte kitabı geçmiş. Bu kitapta bulunan bir çok eserlerin çalınmasını bizden istedi.

Güfte kitaplarında yazılı her eserin bilinmesine, hele meşkedilmeden okunmasına imkân olmadığından, durumu kurtarmak için güfteleri kitapta yazılı usule ve makama uydurarak okumaya yeltendik. Hemen:

- Durun dedi, ben bu şarkıyı hatırladım, böyle değildi.

Zor duruma düşmüştük. Bereket versin üzerinde durmadılar, kitap da çabuk ortadan kalktı, biz de ecel teri dökmekten kurtulmuş olduk.

ATATÜRK'ün musıkimize karşı duyduğu bu sevgi, yakınlık ve vukuf, bende, onun kendisine göre bir musıki tahsili yaptığı, hiç olmazsa, gençliğinde bir musıki meşkhanesine devam ettiği zehâbını uyandırdığı için, bu konuda, kendisinin bir hâtıra nakletmesini bekledim, olmadı. Bu düşüncemi ATA'nın en yakın gençlik arkadaşlarından rahmetli Nuri Conker'e ve Tahsin Özer merhuma açtım. Nuri bey, ATA'nın Harbiye talebesiyken bolahenk Nuri beyden meşkettiğini zannettiğini, Tahsin bey ise, bu hususta bir şey bilmediğini, ancak ATA'nın çok genç yaşlarından beri, her fırsatta musıki dinlemekten büyük zevk aldığını söylemekle iktifa ettiler.

(Benim notum: ATATÜRK'ün sık sık sofrasında bulunanlardan Dr. Şükrü Şenozan (aynı zamanda bestekâr) bir hatırasında, ATATÜRK'ün genç bir kurmay binbaşı iken İzmir'e geldiği bir sırada (yıl 1913) yanında doktor Tevfik Rüştü Aras (sonradan ATATÜRK'ün dışişleri bakanı) ve Dr. Rasim Ferit bey, Şükrü Kaya (sonradan ATATÜRK'ün içişleri bakanı beraber evinde toplandıklarını ve sabaha kadar musıki yaptıklarını anlatarak, şöyle söylemektedir: "Mustafa Kemal bey, altın saçlarını açmış, güneşli başı bezmemize (içki âlemi) bilgi ve irfan nurları saçıyordu. Hükümetin idaresizliklerini, harici siyâsetin kirli safhalarını, balkan harbinde mağlubiyetimizin sebeplerini, sağlam ve temiz bir imanla anlatıyordu. Şelâleler gibi bir feveran (coşkunluk) ile çağlıyordu. Herkes onu dinliyordu.

Musıki antrakt (fasıl arası) vaziyetine düşmüş, arada bir onun emriyle canlanıyordu.

Güneş doğmuştu. Yataklar bozulmadan bırakıldı, kahvaltı ettikten sonra, öğleye yakın evden çıktık, ben bu kıymetli temastan mesuttum. Arkadaşlarım da memnundular.

Seneler geçti. Umumî harbin sonlarına doğru Viyana'ya gitmiştim. O sırada Karlsbad'dan Viyana'ya dönen, daha büyük rütbeli Mustafa Kemal Paşa 1918 senesi Haziranında bulunduğumuz otelin salonuna girdi. Birlikte olduğum zevatla ayağa kalktık. Takdim sırasında, bana bakarak:

- Doktor... İzmir'deki gibi bir musıki âlemi daha yapabilicek miyiz? diye sordu.

- Elbette yaparız paşam, dedim.

Meğer İzmir'de geçirdiğimiz o gece ilerisi için, vatana, millete ne müjdeler vâdetmiş.

O gece toplantımızda bulunan zevat Şükrü Kaya, Dr Tevfik Rüştü Aras, Rasim Ferit Talay, Dr. Cemal Tunç, Cemal Şahingiray. Bu topluluk ATATÜRK tarafından unutulmamış, sırası geldikçe, muhabbet arasında tatlı bir hatıra olarak kalmıştı."

ATATÜRK'ün Türk musıkisi fazıl sanatkârlarından Neyzen Burhanettin Ökte, bu konuda şunları anlatmıştır:

"Üzerinden yıllar geçti. Musıkimizin tarih kısmı üzerinde büyük emekler sarfeden kıymetli âlim Nail bey ile tanışmıştım. Nail bey, aynı zamanda Bolahenk Nuri beyin en iyi talebelerinden biriymiş. Kendisine ATATÜRK'ün musıki konusunda çalışmaları olmuş mudur? Zihnimi kurcalayan bir mesele olarak, kendisinden bu hususta bilgili olup olmadığını sordum. Bolahenk Nuri bey ATATÜRK'ün talebe olduğu sıralarda Abdülhamit'in (padişah II. Abdülhamit) korkusundan evinde veya meşkhânesinde ders vermezmiş. Ancak sevdiği talebelerinin evlerine giderek onlara faydalı olmaya çalışırmış. Bu durum karşısında ATATÜRK'ün Bolahenk Nuri beyden musıki dersi almış olması imkânı olmadığı neticesine vardı. Fakat bâzı hâtıralar ve ATATÜRK'ün musıki bilgisi, beni bu konu üzerinde araştırma yapmaktan alıkoymadı. Zira eskiden bir eseri hangi makamdan bestelenmiş ve o eser makam icâbı, hangi perden çalmak gerekiyorsa, ancak oradan çalabilirdik. Halbuki bazı tiz eserlere ATA'nın sesi kâfi gelmez ve rahat okuduğu perdeden esere başlar, bize de "Bir sanatkâr eserleri her perdeden çalabilmelidir. Bunu yapamayanların sanatkâr denmez" der ve bizi şed perdelerden çalmaya teşvik ederdi.