YORUM
ATATÜRK'ün içten
duygularla bağlı bulunduğu Türk musıkisinin batı doğrultusunda geliştirilmesi
ve çağdaş sanat hareketlerine uygun çalışmalara yön verilmesi hususundaki direktifleriyle,
böyle bir raporun alınmasında elbette isabet vardı. Ancak çoksesli musıkiyi
kulağına uyduramamış bir topluma opera gibi, batıda bile kolay alışılamamış
olan bir müzik ve temsil türünü kabul ettirmek ve sevdirmek kolay iş değildi,
nitekim raporu veren yabancı uzman da buna önemle işaret etmiştir.
Buna rağmen raporda
belirtilen ve tavsiye edilen düzene uygun çalışmalar münferit birkaç deneme
dışında gerçekleştirilememiştir.
Bunun elbette sebepleri
vardır. Kanaatimizce başta gelen sebep, ATATÜRK'ümüzün direktiflerinin ışığı
altında, yukardanberi belirtmeğe çalıştığım düzenin tutulmaması, bu gün bile
hâlâ Alaturka- Alafranga çekişmelerinin sürdürülmesidir.
Batı zevkinin ve
kültürünün gelişmiş ve olgunlaşmış bir müzik ve tiyatro türü olan operaya geçmeden
önce, operet gibi bizde daha önce denenmiş ve başarılı örnek verilmiş, daha
küçük çapta denemeler yapılması tavsiye edilmiştir. İlk ağızda kolay ve Türk
kulağına ve zevkine uygun düşecek bir müzik (Macar müziği) ve yerli motifler,
dekorlar, kılık ve süslemelere gidilmesi öngörülmüştür.
Macar müziğinin
tavsiye edilmesi, tarihi bir gerçek olarak yerinde görülebilir, ancak halk musıkimizin
yapısında mevcut çoksesli hareket ve unsurlar, özellikle yakılmalarını etkileyen
olaylar bakımından da son derece elverişli ve renkli konularından faydalanmak,
pek alâ mümkün görülebilir. Aslında aynı kaynaktan çıkan kültür dalgalarının,
ezgilerin, aynı coğrafya bölgeleri içinde, özellikle (Balkan memleketleri üzerinde)
yayılışları, bu memleketlerin hemen hemen aynı havayı veren bir musıki varlığına
sahip olduklarını göstermektedir. Bunda serhat gazilerinin, Türk akıncılarının
Anadolu'dan götürdükleri musıkinin de etkisi olmuştur.
Ancak Macarlar
ve diğer Balkan memleketleri, musıkilerini geliştirmişler ve çoksesli bir çeşni
vermişlerdir.
Bu arada gözden
kaçmayan bir hususa değinmekte yarar görmekteyim. Raporda şöyle bir pasaj vardır:
"Türk musıkisi zevkinin zamanla aşınmış, Arap ve Bizans musıkilerinin uyuşturucu
havasıyla gerilemiş olduğu..."
Bu yakıştırma,
öteden beri Türk musıkisini tanımayanların ileri sürdükleri sakat bir görüştür.
Benim bildiğime
göre, bu raporu hazırlayan zat, Türk musıkisini yerinde incelemiş ve tanınmış
değerli bir uzman, bir Türk dostudur. Maalesef sade yabancılar değil, ne yazık
ki, kendi musıkilerine bu damgayı vuran yerli uzmanlarımız (?) da vardır.
Türk musıkisini
derinliğini incelemiş ve bu konularda çeşitli yazılar yazmış, yorumlarda bulunmuş
bir Türk dostu olan Ojen Borrel (Paris müzikoloji enstitüsü umumi kâtibi idi)
bir mektubunda aynen şöyle yazmaktadır: "Türk musıkisinin Bizans (Rum)
musıkisinin tesiri altında kaldığı iddiası yanlıştır. Galipler (Fatih'in ordusu)
İstanbul'a girdikten sonra, Bizanslılardan nefret ettikleri halde, nasıl olur
da onların musıkilerini aralarına alırlardı? İki din arasında, o zamanki kavgalar
çok kanlı geçtiği için, Bizans kilise terennümleri, herhangi bir tesirde bulunamazdı..."
Öte yandan Türk
musıkisinin Acem ya da Arap musıkisinin bir kolu gibi sayan başka yanlışlık
da, hâdiselerin tetkiki karşısında fazla dayanıklık göstermediği gibi ne makamlar,
ne de usuller bakımından da İran, Arabistan ve Anadolu aynı şeyler değildir.
Makamlar ve terennümlere ait mukayese cetvelleri, farkları göstermeğe pek âlâ
yarayabilir. Türkmen- Özbek-Tatar musıkilerinin tetkiklerinde de, nelerin asıl
Türk köklerine ait olduğunun tespitinde son derece faydalı olmaktadır."
Yabancılar Hint,
Acem, Arap, Ermeni vesaire musıkilerini birbirine karıştırmaktadırlar. İtalyan
okulunu, Fransız okulundan ayırtetmekten bile acizdirler.
"Balkanlarda
Musıki Hareketleri" adlı kitabında merhum müzikolog Mahmut Ragıp Gazimihal
şunları nakletmektedir:"
"Türk musıkisinin
başka musıkilere üstünlüğü, bu musıkinin babası sayılan ve Abdülkadir Merâgi'nin
üstadı olan Gullâm Şâdi (Üstad Şâdi) çağının en yüksek, en gözde musıkicisiydi...
Türk musıkicilerine Arap musıkicilerinin hiçbir tesiri olmamıştır..."
XVII. yüzyıl sonlarından
itibaren, yeni bir Türk çığırı meydana gelmiştir. Bu yeni cereyanın ilk büyüklerinden
biri ITRÎ olmuştur.
"Petro Lampadariyo'nun
kilise musıkisini, Türk musıkisi zevkine yaklaştırması hareketi de, bu son cereyan
asrına düşer. Büsbütün sâdeleşmiş ve diyatonikleşmiş bir sanat olan eski kilise
musıkisinin üstadları, Fatihlerin (Türklerin) musıkisindeki ihtişama hayran
kalmışlardır. Nazârî esaslarını ve kitaplarını okuyunca da şaşırdılar. Çünkü
içlerinde Yunan hakimlerinin adlarını (Nete, Paripat, Ficinen, Doriyan) gibi
Yunanca musıki terimlerini bu kitaplarda buldular. Annesini kaybettikleri en
eski Yunan musıki kaidelerini, pek çok makbul yeni formüllerini böylece Türk
üstadlarından öğrenmiş oldular. Türk musıkisi çığırını da benimseyerek, eski
dinî çığırın kulak geleneğini Türk nağmeleri lehine unuttular..."
Tarihî Türk musıkisiyle,
Fener kilisesi musıkisi arasındaki benzeyişlerin, târihî sebepleri kısaca işte
bunlardır.
Bu konuda daha
pek çok tarihî gerçekler sıralanabilir. Bu suretle Türk musıkisine Arap, Acem,
Bizans kırması damgasını vuranların dayandıkları temelin çürüklüğü meydana çıkmış
oluyor.